Gördüğünüze İnanmayın! Deepfake Kanıtlar Mahkemeleri Nasıl Yanıltacak?
- Av. Yılmaz Derviş
- 14 Nis
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 18 Tem
Gözlerimiz bize yalan söyler mi? Kulaklarımız bizi aldatır mı? Yüzyıllardır adaletin tecellisinde, gerçeğin ortaya çıkarılmasında en temel dayanaklarımızdan biri, tanıklıkların ötesinde, "elle tutulur", "gözle görülür" kanıtlardı. Fotoğraflar, ses kayıtları, videolar... Anın dondurulmuş, sesin hapsedilmiş halleri, şüpheye yer bırakmadığı varsayılan nesnel gerçeklik parçalarıydı. Peki ya bu varsayım, dijital çağın karanlık bir oyunuyla temelinden sarsılıyorsa? Ya gördüğümüz ve duyduğumuz, artık mutlak gerçeğin değil, ustaca kurgulanmış bir yanılsamanın ürünü ise?

"Deepfake" ya da "derin sahtekarlık" teknolojisi, Pandora'nın kutusunu araladı ve adalet sistemimizin kalbine doğru sinsi bir yolculuğa başladı. Yapay zeka algoritmalarıyla beslenen bu teknoloji, artık sadece Hollywood stüdyolarının değil, kötü niyetli bireylerin veya organize grupların da hizmetinde. Bir kişinin yüzünü başka birinin vücuduna kusursuzca yerleştirmek, sesini taklit ederek hiç söylemediği sözleri söyletmek, hatta tamamen sanal karakterlere gerçekçi ifadeler ve konuşmalar yüklemek, ürkütücü bir kolaylıkla mümkün hale geldi.
Mahkeme salonlarını düşünün. Sanığın suçunu itiraf ettiği bir video kaydı... Bir tanığın rüşvet alırken çekilmiş görüntüleri... Ya da bir siyasetçinin hassas bilgiler sızdırdığı bir ses kaydı... Bunlar, davaların seyrini değiştirebilecek, hayatları alt üst edebilecek "kesin" deliller olarak sunulduğunda ne olacak? Eğer bu deliller, gerçeğin çarpıtılmış, dijital olarak makyajlanmış kopyalarıysa? Hangi uzman, hangi teknolojik analiz, %100 kesinlikle bir içeriğin "gerçek" mi yoksa "sahte" mi olduğunu ayırt edebilecek? Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında, tespit yöntemlerinin her zaman bir adım geride kalma riski, adalet terazisinin dengesini bozmakla kalmıyor, terazinin kendisini kırılma noktasına getiriyor.
Bu durum, sadece teknik bir mesele değil, aynı zamanda derin bir epistemolojik krizdir. Yani, bilginin doğası, kaynağı ve sınırları hakkındaki temel kabullerimizin sarsılmasıdır. Eğer en doğrudan ve ikna edici olduğuna inandığımız görsel ve işitsel kanıtların güvenilirliği bu denli sorgulanır hale gelirse, "gerçek" dediğimiz şeyin kendisi ne anlama gelir? Mahkeme salonunda "gerçeğe ulaşma" ideali, sentetik bir sis perdesinin ardında kaybolup gitmez mi?
Adalet, nesnellik ve kanıta dayalılık ilkeleri üzerine kuruludur. Peki, kanıtın kendisi manipüle edilebilir ve sahte olanı gerçeğinden ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelirse, bu ilkeler nasıl ayakta kalacak? İspat yükü kimde olacak? Bir videonun gerçek olduğunu ispatlamak mı, yoksa sahte olduğunu ispatlamak mı daha zorlayıcı olacak? Savunma makamı, sunulan her görsel/işitsel delile "deepfake olabilir" şüphesiyle yaklaştığında, yargılama süreçleri nasıl işleyecek? Masumiyet karinesi, dijital şüpheciliğin gölgesinde nasıl korunacak?
Bu sorular bizi daha da felsefi bir alana taşıyor: Algıladığımız gerçeklik ile nesnel gerçeklik arasındaki makas, hiç bu kadar açılmış mıydı?Platon'un mağara alegorisini hatırlayın; duvardaki gölgeleri gerçek sanan mahkumlar... Bugün bizler, dijital dünyanın bize sunduğu gölgeleri, yani ustaca üretilmiş sahte görüntüleri ve sesleri, gerçek sanma tehlikesiyle karşı karşıya değil miyiz? Mahkemeler, bu dijital gölge oyunlarının oynandığı yeni mağaralara dönüşebilir mi?
Elbette teknolojik çözümler aranacak, dijital filigranlar, blok zinciri tabanlı doğrulama sistemleri, yapay zeka destekli tespit algoritmaları geliştirilecektir. Ancak bu, sürekli bir kedi-fare oyunu olacaktır. Sahtekarlığı yaratan teknoloji, onu tespit etmeye çalışan teknolojiden bir adım önde gitme potansiyelini her zaman taşıyacaktır.
Belki de çözüm, sadece teknolojik değil, aynı zamanda hukuki ve felsefi bir yeniden yapılanmayı gerektiriyor. Belki de görsel ve işitsel kanıtlara atfettiğimiz mutlak güveni yeniden gözden geçirmeli, onları diğer delillerle (tanık beyanları, fiziksel kanıtlar, mantıksal çıkarımlar) çok daha sıkı bir şekilde çapraz doğrulamaya tabi tutmalıyız. Belki de yargıçların ve savcıların, dijital kanıtların potansiyel yanıltıcılığı konusunda çok daha bilinçli ve şüpheci olmaları gerekecek.
Ancak en temel soru bâki kalıyor: Güvenin bu kadar temelden sarsıldığı bir dünyada, adaletin ruhu nasıl yaşayacak? Gördüğümüze ve duyduğumuza inanamadığımız bir noktada, hakikatin peşinde koşma iradesini nasıl koruyacağız? Deepfake tehdidi, sadece mahkeme salonlarını değil, aynı zamanda gerçeklik algımızı, birbirimize olan güvenimizi ve nihayetinde medeniyetimizin temellerini sarsıyor.
Gözlerinizi dört açın, ama artık sadece gördüğünüze inanmayın. Çünkü dijital çağın en büyük illüzyonu, gerçeğin kendisi olabilir. Ve bu illüzyonun adaleti nasıl körleştireceğini görmek, belki de en acı gerçek olacak.
Commenti